2 Ekim 2011 Pazar

Sonsuz


Şu sıralar sıkça duymaya başladığım bir sözcük “sonsuz”. Peki acaba kullananlar ne anlama geldiğini biliyor mu; hiç sanmıyorum…

“Son-suz”, sonu olmayan bir şey; öncelikle algı ötesi bir kavram, sadece teorikte var olabilir. Ayrıca herkese göre anlamı değişir.

Son evre kanser hastası gelip bana “Bu dren bende sonsuza kadar kalacak mı?” diye sorduğunda ilk kez aklıma geldi bu durum. Ona “Evet” dedim, çünkü o yaşadığı veya yaşadığını hissettiği sürece kalacak onda dren, ama o öldükten sonra dreni çekilecek, inancına göre gömülecek… Yani dren aslında sonsuza kadar durmayacak. Yani aslında bir sonu var, sadece o bunu göremeyecek.

Zaten sonsuza “kadar” ne saçma bir şey; sonu olmayan bir şeye kadar ne demek?! Sonsuza kadar saymak derdik küçükken: “…999998, …999999, sonsuz” diye bir nokta mı var, yok! Sonsuza kadar sevmek de bir benzeri…

Kabul ediyorum aslında çok felsefi bir konu, ama sonsuz kavramını kabul etmem için önce “zaman” kavramını kabul etmem lazım. Halbuki zaman diye de bir şey yok. Hayatı kolaylaştırmak için uydurulmuş bir şey, matematik gibi…

Sonuç olarak "sonsuz" diye bir şey yok; abartıyı vurgulamak için kullanıldığında bana komik geliyor artık.
Uzayın hiç sonu olmadığını kavramak inanılmaz derecede güçtür ama bir sonu kavramak daha güçtür. Zaman diye adlandırdığımız sürenin sonsuz olduğunu kavramak müthiş güçtür ama zamanın hiç olmayacağı bir zamanı kavramak daha da güçtür. 
Thomas Paine

19 Eylül 2011 Pazartesi

İsimsiz (12. İstanbul Bienali), 2011


Bu seneki bienal Félix González-Torres isimli (1957-1996) Küba doğumlu Amerikalı sanatçının yapıtlarını çıkış noktası alarak; günlük yaşam temalarına, üst modernizm, minializm ve kavramsalcılıktan atıflarda bulunarak oluşturulmuş. Bienalde 5 karma sergi ve 50’den fazla kişisel sergi var. Karma sergiler direkt Félix González-Torres’in eserlerinin ismiyle oluşturulmuş. Kişisel sergilerde çok hoşuma giden ilham verici sergiler vardı.
17 Eylül’de başlayan Bienal 13 Kasım’a kadar Tophane Antrepo 3 ve 5’te gezilebilir.
Bisan Abu-Eisheh - Evcilik OyunuKudüs’te İsraillilerin yıktıkları binaların döküntülerinden bulduğu parçaları sergilemiş. Yanlarında da binaların yerleri yıkım tarihleri ve içinde kaç kişi yaşadığını yazmış. Musluk, boru, su tabancası, oyuncak gibi parçalardan yaşanmışlıkları görmek etkileyiciydi.
Jonathas de Andrade - Tropik Kalıntı
Brezilya Recifeli bir genç şehirdeki olağanüstü evlerin birer birer yok edildiğini keşfeder. Bu olaylara paralel olarak çöpte bulduğu bir günlüğü ve günlük sahibiyle paralel hayat yaşayan birinin fotoğraf albümünü bu yıkımlarla birlikte sergilemiş. Günlük Türkçe olarak da basılmış, ele alıp okumak mümkün

Marwa Arsanios - Acapulco Hakkında Her Şey
Acapulco Sahil Tesisinde (Beyrut), hayranlık duyduğu, Raja Saab için yapılmış bir yazlık ev. Şimdilerde ise mültecilerin işgali altında. Eski zamanlarda yazlık ev olarak kullanılırkenden günümüzde aldığı rezil görüntüleri mevcut.

Taysir Batniji - Babalar
Gazze’deki dükkanlardan çekilen duvardaki veya raflardaki portrelerden oluşuyor. Bunlar kimi zaman dükkanı kuran baba, kimi zaman usta, kimi zaman da dükkanın şimdiki sahibi. 34 fotoğraf ilginç bi bütünlük oluşturmuş. Bir tanesinde ülker çokosandviç görmek de mümkün.

Letizia Battaglia
Sicilyada yıllarca gazetecilik yapmış ve mafya cinayetlerinin fotoğraflarıyla bienalde. Bence en etkileyici sergilerden biri olmuş. Çok söze gerek yok…

Martha Rosler - Savaşı eve taşımak: Güzelim Ev
Vietnam Savaşı’na ait görüntüleri Amerika’da yayımlanmış iç mimarlık dergilerinden aldığı fotoğraflarla montajlayarak, Amerikalılar için, rahatsız edici ama bence bir o kadar da başarılı eserler ortaya çıkarmış. Ortaya çıkan şeyler büyük birer sanat eseri değil belki ama Vietnamlıların hissettiklerini bir an olsun hissettirmeyi başarıyor.

26 Ağustos 2011 Cuma

Çeşme: 23 yıllık özlem


Çeşme, İzmir’in bir ilçesi. Küçükken sıkça gittiğim Ilıca ve arada gittiğimiz - o zamanlar “Gerçek Çeşme” diye adlandırdığım - merkezinden ibaretti benim için. 10 sene önce şöyle bir uğradığımız günü saymazsak, 23 yıldır gitmiyordum Çeşme’ye.

Çeşme’de Münire Teyzemlerin kumsalın hemen dibindeki evinde kalırdık. Sabah kalkar kalkmaz ilk iş ön bahçeye çıkıp deniz çarşaf gibi mi değil mi diye bakmak olurdu. Sabırsızlıkla kahvaltımızı eder, kumsal kuponlarımızı alıp kumsala atardık kendimizi. Kumsala inen merdivenlerin başında turşucu vardı; hayatımda ilk turşu suyunu o turşucuda içmiştim. Sonra hemen denize… Upuzun bir kumsaldı, deniz dalgalı olduğu zaman bile pırıl pırıl olurdu. Denizi çok sığdı, o küçük halimle bile hiç derinleşmiyor gibi gelirdi. Boyu geçmediğinden saatlerce oynardık suda, kumda… Öğlen güneşinde eve gidilir yemek yenir, zoraki öğlen uykusuna yatılırdı. Sonra tekrar deniz tekrar kum… Kumsalın satıcıları da dün gibi aklımda, sularını denizden doldurduklarını çok sonraları öğrendiğimiz, “sütlü darı” diye bağırıp, ellerindeki maşalarla kendilerine özgü, uzaktan tanımanıza yardımcı olan “çıkıdı çıkıdı” o ritmi çıkaran mısırcılar, küçükken bir oturuşta en az 20 tane götürdüğüm midye dolmacılar, hasır şapkacılar, elma şekerciler…

Akşamları güneşin batışını evin ön bahçesinden izledikten sonra açık hava sinemasına gidilirdi. Hayatımda ilk kez sinemaya Çeşme’de gittiğimi hatırlıyorum, film de Star Wars’tu. Bazı gecelerde Altın Yunus Oteli’ne gidilir, büyükler kumarhanede ufak tefek eğlenirken, biz de atari salonunda kurtlarımızı dökerdik. Tabi ki favori oyunum, önünde sürekli kuyruk olan bir araba yarışıydı. Sıradaki yerimi kaybetmemek uğruna sırada altıma yapmışlığım bile vardır. Altın Yunus’un marinası ve bir de çarşısı vardı, orası gezerdik, ben de, deniz adamı olmasam da o kocaman teknelere bakıp hayaller kurardım.

Bazı günler Aya Yorgi koyuna giderdik, orasıyla iligi hatırladığım tek şey ise suyunun daha soğuk olduğu ve çabuk derinleştiğiydi. Sanırım bu yüzden hiç ısınamamıştım oraya.

Yazlık da olsa düzenli bir ev olduğu için her zaman yemek zamanında yenir, dışardan sipariş verilmezdi; zaten belki de öyle bir sistem bile yoktu o zamanlar. Ama unutulmaz tatları vardı Çeşme’nin… Kumru vardı, lokma vardı, dondurma vardı… O zamanlar fabrikasyon dondurma olmadığı için “dondurmacı” kolay bulunmuyordu. Kumru yemek, düzenli yemek saatleri olan bir evde yaşarken felekten bir gece çalmak gibiydi. O tadı tekrar almak için 23 sene beklemem gerekti.

23 sene sonra bu hatırlarla geldim Çeşme’ye. Münire Teyzelerin evini elimle koymuş gibi buldum. Deniz hala pırıl pırıl, açık hava sineması duruyor. Bunların yanında kumsala inerken kupon verme devri bitmiş; kumsal siteninken belediye el koymuş ve şezlong ve şemsiyeleri kiraya verir olmuş.
Büyük Ilıca Plajı

Ama mısırcı, midye dolmacı, hasır şapkacı, elma şekerci tam hatıralarımdaki gibi aynı…


Köşeye tüneyen jetskici ve şezlonga yerleşir yerleşmez tahsilata gelen siyahtan bir önceki ten rengindeki çocuklar o ambiyansı bozamamış. O da ne bir eksik var; bana turşu suyuu sevdiren turşucu yok, sadece o değil, diğer turşucular da yok. Belediye onları da yasaklamış, bir kaç yıldır Ilıca kavşağına taşınmışlar. Benim turşucu ölmüş, oğlu devam ediyor. Münire Teyzemin yoğun ısrarlarıyla turşucuya bulduk, daha bardağa koyarken burnuma gelen kokusuyla beni benden aldı, tadı zaten muhteşem…

Altın Yunus marina sizlere ömür, kayıkhane olmuş, çarşı da muhtemelen bomboştur. Aya Yorgi koyu kalkınmış biraz da yozlaşmış. O zamanlar arabayı bi’ kenara bırakıp denize atladığımız beach(!)lere artık parayla girilir olmuş.

O da bişey mi; Alaçatı diye bir yer keşfetmişler. Bütün çocukluğumun yazlarının geçtiği Ilıca’ya 10 dakika mesafedeki köy tam bir ipini koparan tarz butik otel cennetine (ya da cehennemine, bakış açısına göre değişir) dönüşmüş, fiyat konusuna hiç girmiyorum.

Kumrucu Hüseyin ve Kumrucu Şevki’nin Çeşme’nin dört bir yanında şubeleri var, ama Kumrucu Hüseyin’in bir dükkanı daha bir sıcak geldi ve hep oradan yedik. Zaten o da küçükken gittiğimiz kumrucuymuş. Kumrunun hasını Hüseyin Usta yaparmış; işin sırrı eski kaşar yeni kaşar olayındaymış… Kumru işine girecekelere duyurulur! Hüseyin Usta biraz asık suratlı ama lokmanın da en iyisini orada yemek mümkün.


Dondurma diyince de Veli Usta, ben sevmiyorum ama sakızlı dondurma Çeşme’nin alamet-i farikası.
Ekonominin dayattığı zorunlulukları saymazsak Çeşme’yi hiç değişmemiş buldum, sütlü darıları, midye dolmalarını, lokmaları, kumruları yedik, turşu suyu içtik, Gerçek Çeşme’ye inip alışveriş yaptık, kumdan kale yapmadık ama bol bol denize girip sütlü darıcıların melodilerine ayak uydurduk. Alaçatı’da surf yapmadık ama Münire Teyzelerin teknesiyle, hani şu Altın Yunus marinada görüp hayal kurduğum teknelerden biriyle, Alaçatı marinadan açılıp bir koyda geceledik ki o da başka bir yazının konusu olsun…

Tavsiye:
Kumrucu Hüseyin
Şen Turşucu
Dondurmacı Veli Usta
Dost Pide 

27 Haziran 2011 Pazartesi

Ben böyleyim


Yaprak sarması, imam bayıldı, hünkar beğendi, patlıcan, enginar, ıspanak, bamya vb. sevmiyorum. Denemedim mi; denedim ama beğenmedim, yaprak sarması yerken küçüklük fotoğraflarım bile var ama şimdi o yaprağı yiyemiyorum, çok gereksiz buluyorum.
Anneannem bir keresinde, aslında bir çok keresinde, daha çok görseydim sana bütün sebzeleri sevdirirdim demişti. Şimdi düşünüyorum da bu mümkün müydü acaba… Bazı kararları, bazı seçimleri farklı yapsaydık, bazı sınavlarda daha çok net yapsaydım veya eve giderken diğer yoldan gitseydim şu an yaprak sarmayı seviyor olur muydum…
Hiç sanmıyorum! Küçükken daha çok terlik giyseydim ayağım daha mı küçük olacaktı ?! vs…
25 yaşımda fark ettim ki, insanları değiştiremiyorsun; ne yaparsan yap olmuyor. Su yolunu buluyor. O zaman yapacak şey onları olduğu gibi kabul etmek, ama daha öncesinde “olduğun gibi olmak” ve başkasının seni değiştirmesine izin vermemek ya da değiştirilemeyecek kadar “kendi yolunda” olmak; Frank Sinatra veya şu günlerde Athena’nın da dediği gibi…
… benim güzel hatalarım var
bir an bile vazgeçmedim
kendi yolumdan…

22 Mayıs 2011 Pazar

Allahın nimeti diyip geçme: Su

Beni bilen bilir; çok yemek seçerim, yemek seçtiğim gibi su da seçerim. Hatta bazı suları hiç içmem. Bazı suları da, tadı çok gelmediğinden, ancak soğukken içebiliyorum.
Akıbetlerini bilmediğim Turkuaz ve Aquafina’yı, kaynak suyu olmamalarından listeme koymayacağım bile…
Şampiyon kesinlikle uzak ara “Erikli”. Hele ki kışın o kamyonette dolaşırken buz gibi olup, eve ilk girdiği anda içtiğinizdeki tadı anlatmam mümkün değil.
Suya son zamanlarda iyi yatırım yapan ve Erikli’yi de satın alan “Nestlé Waters”ın diğer markası Nestlé Pure Life da Erikli’ye yakın içimde bir su. Sıralama yapmam gerekirse:
  1. Erikli
  2. Nestlé Pure Life
  3. Damla

Bu kategoriye koyabileceğim şu sıralar üretilmeyen veya eski tadında üretilmeyen başka markalar da var:
  • Pınar Madran
  • Niksar (Bir dönem en yumuşak suydu)
  • Sultan
  • Sırmakeş (Eski hali)
Bir de ancak soğukken tahammül edebildiğim sular var:
  • Özkaynak
  • Aroma
  • Pınar
  • Sırma
  • Hamidiye (İETT’nin suyu)
  • Dağdelen
  • Gürpınar
  • Aytaç
Bundan sonrakiler çeşme suyundan hallice olanlardır, onu içmektense süt veya soda içmeyi tercih ederim (Allah insanı susuz bırakmasın tabi)
  • Hayat
  • Saka
  • Şeker
  • Kuvars
  • Koru
  • Kardelen
  • Lido
Bunar dışında kalan su markaları üzülmeyin, size kötü demiyorum; sadece daha önce tatmadım. Hala bir şansınız var…

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Kaybedenler Kulübü

Sabırsızlıkla beklediğim filmi sonunda izledim. Daha önce ne kadar sabırsızlıkla beklediğimi belirtmiştim. Kaybedenler Kulübü, onları (gerçeğini) dinlediğim yıllardaki yaşım itibariyle daha geyik, derin konulara teğet geçerler gibi gelirdi. Filmi izleyince aslında yüzeyelken ne kadar da derin olabildiklerini anladım.

Film, öncelikle, o dönem benim gibi; "Bu adamlar normalde neler yapıyodur?" sorusuna çok güzel cevap verdi. Cevap vermekle kalmadı, bir adım daha ileri giderek aslında adamların ne kadar dolu olduğunu da bana gösterdi. 15-16 yaşlarımdayken bunu anlayamadığımı itiraf etmeliyim.

Yönetmen Tolga Örnek bence çok iyi bir iş çıkarmış, tam bir başyapıt olmuş. Filmde Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk'u, tam beklediğim gibi parti sahnesinde gördük, o an bende bir hareketlenme oldu. 

Karakterimin oturma döneminde tanımıştım onları, eminim ki çok büyük etkileri var üzerimde. Şimdi de onları daha derinlemesine gördüğüm ve anladığım bugünler de hayatımı sorguladığım ilginç bir kavşağa denk gelmesi bir tesadüf olamaz diye düşünüyorum...

Sonuç olarak sadece seslerinden tanıdığım bu adamlar, ergenliğimde bana gizlice yol gösterdiler ve şimdi haklarında çekilen bu filmle de yol göstermeye devam ediyorlar.

Filmden benim çıkardığım not şu: Bu adamlar bir radyo kanalının az dinlenen saatinde para almadan, doğaçlama, tamamen özgürce bir program yapıyorlar ve programlarının adını kaybedenler kulübü koyuyorlar; ama ne zaman ki program ünleniyor, adamların amacını aşıyor, o zaman da programı bitiriyorlar. İşte bu ülkemizde çok nadir bulunan bir şey...

Bir şeyi filmde izlediğinizde sizden çok uzaklaşır, yabancılaşır; ama bu adamlar hala Kadıköy sokaklarında, facebook'ta ve içimizdeler...

Kaan Çaydamlı - 6:45 yayıncılık
Mete Avunduk - Vintage Records
Mehmet Ada Öztekin (koltukta belgesel izleyen, aynı zamanda filmin senaristi)

---- Bundan sonrası filmle ilgili bilgiler içerir ----
Film müzikleri harika, hepsi cuk oturmuş ama programı kapatırkenki MFÖ'den (en sevdiğim şarkısı) "Yalnızlık Ömür Boyu" çok manidar ve bir o kadar da hüzünlü olmuş.

Bonus:

20 Nisan 2011 Çarşamba

Bizim Büyük Çaresizliğimiz

Yamaç Okur'un keşfedip tekrar birlikte çalıştığı Seyfi Teoman'ın son filmi Bizim Büyük Çaresizliğimiz. İlker Aksum, Fatih Al ve Güneş Sayın başrollerde...

Film, alışılmış Türk Sinemasının çok ötesinde bir yapım. Nuri Bilge Ceylan filmlerinden alınabilecek tadı buldum şahsen.

Film, lisede fikse olmuş iki ezik arkadaşın, orta yaşlarında yaşadıkları fantezinin ortasında geçiyor. Bu iki ezik tipin yanına bir de genç kız koyunca, bence, seyredeğer bir yapım çıkmış ortaya. Uyarlanan kitabı okumadım ama tahmin ediyorum ki iki adamın iç çatışmaları daha güzel anlatılmıştır.

Sonuç olarak, kavga, dövüş, silah, seks olmadan da güzel film yapılabileceğinin göstergesi olan nadir Türk filmlerinden olan Bizim Büyük Çaresizliğimiz, izlenesi mükemmele yakın bir film olmuş.

---- Bundan sonrası film ile ilgili bilgi içerir ----

BONUS: Ender (İlker Aksum), Nihal'e (Güneş Sayın) bir anısını anlatırken en yakın arkadaşı Çetin'e (Fatih Al) "Lennie" diye seslenmektedir. O ana kadar aralarındaki ilişki çözülemeyen, hatta eşcinsel yaklaşım sezinlenen bu ilişki, "Fareler ve İnsanlar"a yapılan bu göndermeyle biraz da olsun netlik kazanır, raftan kitabı alıp Nihal'e verir okuması için ve verdiği basım tam da benim okuduğum basımıdır. (Bu da böyle bir anımdır...)

www.bizimbuyukcaresizligimiz.com

10 Nisan 2011 Pazar

Herman & Candelaria Zapp

Herman ve eşi Candelaria Zapp, iki Arjantinli 1996 yılında evlenirler. Çok mutludurlar, hiç bir sıkıntıları yoktur, ama ikisi de dünyayı gezmek istemektedirler. Bir engelleri olmadıklarını farkederler ve 2000 yılında, dededen kalma 1928 model bir arabayla atarlar kendileri yollara...

İlk hedefleri Alaska, daha sonra Güney Amerika kıyıları, Kuzey Amerika, Kanada, Avustralya ve şimdi de Asya'dalar. Yolculuk boyunca 4 çocukları oluyor ve eğitimlerini arabada internet yardımıyla yapıyorlar. Bu arada 3-4 haftalık bir mola ve doğumlarda kaldıkları hastaneler dışında arabada yaşıyorlar. Çocukların hepsi farklı bir ülkede doğuyor. 11 yıldır yollardalar, hem de saatte 70km'yi geçemeyen külüstürleriyle.

Herman'ın facebook hesabı var, hemen mesaj attım; Türkiye'de ünlü oldunuz diye, gazeteye çıktığından haberi yoktu, linki hemen facebook sayfasından paylaştı, Türkiye'ye geldiğimizde yardımı olur diye sevindi. Ben nereleri gezeceklerini sordum, o da plan yapmadıklarını sadece gezdiklerini söyledi, bir nevi rüzgar nereye atarsa...

Ona 4 çocuk ve dünya turu yapmanın benim de hayallerimden biri olduğun ve Türkiye'de görüşmeyi umduğumu söyledim, cevap yazmadı...

Onu ağarlayamasam da, güzel bir yemek ısmarlarım belki...

İlgilenenler için yazdıkları bir kitap ve internet siteleri de var.

9 Nisan 2011 Cumartesi

Hasan Söylemez

Bu adam bir gün bunalıyor ve bisikletle Türkiye turu yapmaya kalkışıyor, hem de beş parasız ve bisikleti bile olmadan; gidiyor bisikletçide çalışıp önce bir bisiklet alıyor sonra da düşüyor yola...

Hedefi hiç para harcamadan 10.000 kilometre yapmak; yemek için çalışmış, kimi zaman karşılıksız vermişler kimi zaman da aç kalmış. Yola çıkış amacı "kendini bulmak" aslında, etiketlerden ve yapmacıklıklardan sıkılıp atmış kendini yola... Aslında fotoğrafçı, yolda çektiği fotoğraflarla sergi düzenlemiş, kazandığı paraları da bağışlamış.

8 ay gezmiş bisikletiyle, 10.000 kilometreyi aşmış, saç-sakal birbirine karışmış. Ben 26 Şubat'ta televizyonda görüp tanıdım kendisini, fakat bugün birden aklıma gelip yazmak için internetten aradığımda, bugün yayınlanmış bir röportajı olduğunu da gördüm. Aslında bugün Herman Zapp hakkında yazacaktım fakat önce benzer konuda Türk birinden bahsetmeyi tercih ettim.

Kararlılığı ve iradesi sebebiyle kendisini kutlarım.

Yola çıkmaya niyetlenenlere duyurulur: Bir bilene danışmadan yola çıkmayın, tünellerde ezilme tehlikesi yaşayabilirsiniz(miş), her bisiklet uzun yol için ideal değildir(miş) ve dahası...

hasansoylemez.com